TV8’de, hafta içi her sabah ekranlara gelen ve kısa sürede geniş bir izleyici kitlesi edinen “Aramızda Kalsın” programı ile tanıdığımız Pelin Çini, siyah çerçeveli gözlükleri ve “cool” tarzı ile kendini izleyiciye sevdirdi! Onun doğallığı, içtenliği ve sıcaklığını özlüyoruz ve kendini daha fazla özletmemesini acilen talep ediyoruz!
Gazetecilikten televizyona geçişin nasıl oldu? Dergi ortamı ile TV ortamı arasında nasıl farklar var?
- Kendimi bildim bileli göz önünde olmaktan hoşlanan, çok utangaç bir yapıya sahip olmama rağmen bununla savaşmak için okul hayatında ve sosyal ortamlarda kendini ortaya atan bir tiptim. O yüzden televizyonda olmak hayallerimden biriydi. Ancak sektöre adım atmam tamamen tesadüf. Hikâyesi şöyle: O sırada yaptığım işten epey sıkılmıştım, ayrılmak istiyordum. Milliyet’teydim ancak çok uzun süre olmuştu ve artık değişiklik gerekiyordu. Tam o sırada bir röportaj için TV8’e gittim ve orada yöneticilerle karşılaştım. O dönem programlardan sorumlu kişi Hande Ertekin Tümen idi. Beni ekrana çıkarmak istediğini söyledi. İlk duyduğumda inanmakta zorlandım ama apar topar kabul ettim. Biraz deli cesareti vardır bende. Kabul ettikten 3 gün sonra canlı yayındaydım. Üstelik hiçbir deneyimim olmadan… Şimdi düşünüyorum da büyük cesaretmiş!
Seni en başta basın-yayın sektörüne yönelten faktörler nelerdi?
- Yazı yazmayı severdim. Hala insanlarla yazarak anlaşmaktan yanayım. Mektup, mail, sms bana göre… Konuşmaktansa yazarak daha iyi ifade ediyorum kendimi. Bu sektöre yönelmemin sebebi de bu oldu. Lisede edebiyatım iyiydi. Üniversiteyi yurtdışında okumaktan son anda vazgeçince Bilgi Üniversitesi’nde Sinema-Tv bölümüne girdim. Yetenek sınavıyla alıyorlardı ve senaryo yazmanız gerekiyordu. Tahmin edersin ki çok zorlanmadım. Okuldan sonra setlerde bir süre staj yaptım ama ortamı kendime göre bulmadım. Saatleri çok düzensizdi, ortam stresliydi… Derken dergilerde tercümeye başladım. Tercümeden röportaja geçtim. Dergiden de gazeteye transfer oldum. 10 yıl içerisinde köşe yazarı mertebesine geldim. Gerçi ülkemizde bu, kolay gelinen bir mertebe oldu. Özellikle magazin eklerinde yazmak çok da zor değil ne yazık ki. Çok kalifiye olmak gerekmeyebiliyor… TV’den sonra düzenli olarak yazmayı bıraktım. Şimdi yeni yeni özlediğimi fark ediyorum. Ancak gazetede eski görevine dön deseler istemem. O koşuşturma için biraz yorgun hissediyorum. Ancak dışarıdan yazmak, hayatı anlatmak isteyebilirim. Şimdi bir bloğum var. Arada sırada yazıyorum. Fena da bir takipçi sayım yok. www.cinimurekkebi.blogspot.com adresinden bana ulaşmak mümkün.
Yakın gelecekte nasıl projelerin var? Yine canlı yayın programı düşünüyor musun?
- Bu sektöre atılırken kimse zeminin bu kadar kaygan olduğunu ve dengelerin bu kadar hızlı değişebileceğini söylememişti. Televizyonda barınmak hele de ekran önünde devamlılığını korumak çok zor. Hani derler ya: Kurtlar sofrası diye. Aynen öyle. Yeni projeler var kafamda ama o rekabet dolu ve açık konuşmak gerekirse çoğunlukla kötü niyetli insanların bulunduğu ortama dönmek isteyip istemediğimden emin değilim. Ben dış görünüş itibariyle sert ve asi zannedilirim oysa çok kırılgan ve biraz da safım. Bunu son iki yılda daha da net gördüm. Hala nasırlaşmam gerekiyor. İnsanları tanır tanımaz güvenmemem gerektiğini aklımda tutmam gerekiyor. Ama bu karamsarlığı bir kenara bırakırsak: Tabii ki istiyorum! Özellikle canlı yayın! O kadar özledim ki. İzleyici benim ailem gibi. Düşünsene bir odada oturuyorsun ve kara bir deliğe bakıp oradan binlerce, milyonlarca insana ulaşıyorsun. Çılgın bir duygu! Son programımda gözyaşlarımı tutamamıştım bu yüzden. Ailemden koparılmak gibi gelmişti. Şimdi bekliyorum. Bazı kanallarla ve yapımcılarla irtibat halindeyim. Bir de ben her şeyin hayırlısı derim. Hayırlısıysa yine ekranda olacağım Ece’cim.
Canlı yayına en çok kimi konuk etmek isterdin?
- Valla konuk konusunda şanslıyım. Bülent Ersoy’dan tut Muazzez Abacı’ya, Ali Şen’den tut Reha Muhtar’a birçok ismi ağırladım. Ama tabii ki gönlümden geçen isimler var. Sezen Aksu, Tarkan ve Kıvanç Tatlıtuğ’u ağırlamak isterdim. Bir de Cem Yılmaz… Gülmekten nasıl bitirirdik yayını bilemiyorum tabii.
Magazin tarzı programları hazırlamak keyifli oluyor mu? Programa hazırlanma sürecinden bahseder misin?
- Magazinci değilim ama bu magazin programı sunmama engel değil. Gazetelerin eklerini okur, dedikoduları herkes gibi merak ederdim. Ancak ekranda bu işi yapana kadar ünlüleri detaylı bir şekilde tanıdığımı söyleyemem. Program hazırlığına gelince: Erkenden kanalda olup gazeteleri incelemek, bir gün öncesinden interneti özellikle sosyal medyayı takip etmek yeterli geliyordu. Bir de konuklara soru hazırlamak ki bu kısım gazete deneyiminden dolayı kolay yaptığım bir işti. Kısacası zor muydu? Hayır. Bu arada ünlüleri tanıma kısmına bir ekleme yapmak isterim: Hala çok iyi tanıdığım söylenemez. Aralarında arkadaş olduklarım var ama sürekli görüştüğüm hiç yok. Kısacası magazinci ve ünlü arasında illa bir göbek bağı olmak zorunda değil!
Günümüzde gençler basın-yayın ya da radyo-televizyon okuyup medya sektörüne girmek istiyor. Onlara nasıl tavsiyeler vermek isterdin? Sektör hakkında genel anlamda neler düşünüyorsun?
- Gazetecilik büyük bir sorumluluktur. Halkın haber alma hakkı vardır ve bu tamamen sizin üzerinizdedir. Gazeteci objektif olmalıdır, gazeteci yeri gelince duygularından arınabilmelidir. Önce kendini eleştirip ardından karşısındakine çevirmelidir başını… Kısacası yorucu ve psikolojik olarak yıpratıcı bir iş. TV dersen tam bir karmaşa. Yapması çok zevkli, izleyici ile bir araya gelme, o sevgiyi hissetme tarif edilemez bir mutluluk. Ama o aşamaya kadar… Aman diyorum! Dikkat etsinler ve asla kendilerinden ödün vermesinler. Klişe ama doğru: Yüreklerini temiz tutsunlar, iyiler eninde sonunda kazanır.
Magazin haberciliğine daha uzak bir program hazırlamayı düşünür müydün? Hayalinde nasıl bir format canlandırıyorsun?
- Hayalimde talk şov var. Sohbet etmek istiyorum. Demin de söyledim. Bu camiadaki insanların “ünlü”olmaları beni pek ilgilendirmiyor. Benim için önce insanlar geliyor. Onları tanımak, en büyük korkularını, en büyük sırlarını ya da en sıradan özelliklerini bilmek istiyorum. Meraklıyım. İnsanların da benim gibi merak ettiğini düşünüyorum. “Ünlü”leri bu parantezin dışına çıkarmak istiyorum diyelim. Onları gerçekten olabilecek en samimi halleriyle yansıtmak lazım… TV’de samimiyet kazanır derler. Doğru ama günümüzde “samimiymiş” gibi yapanlar da çok. Ben aradaki farkı insanların kalp gözleriyle göreceklerini düşünüyorum.
Basın-yayın geçmişinden unutamadığın pek çok hatıran olmalı. Bizimle keyifli ve eğlenceli bir hikaye paylaşır mısın?
- Bülent Ersoy’un stüdyomuzu bastığı gün komikti. Unutamam. Biraz ürküyorum Ersoy’dan. Her an öfkelenebilir gibi. Ben zaten yapı itibariyle o kadar otoriter insanlarla anlaşamam daha doğrusu yanlarında bir garip hissederim. O programda da çok zorlanmıştım. Aniden stüdyoya gelmişti. Epey de sinirliydi. Neyse sonunda tatlıya bağlandı…
Çalışırken oldukça yoğun bir rutinin oluyor. Cilt bakımı, dengeli beslenme ve egzersize zaman ayırabiliyor musun?
- Spor olmazsa olmazım. Toplantılarımı, çekimleri spor saatlerime göre ayarlarım. Açıkçası spor yüzünden ertelediğim işlerim dahi oldu. Çünkü sanırım biraz bağımlıyım bu işe. Eskiden oldukça kiloluydum. 120’ye kadar çıktım. O yüzden fobim var. Yediklerime dikkat eder ve spor yaparım. Yalnız sakın buradan robot gibi yaşadığım anlaşılmasın. Çok kolay da bozarım düzenimi. Mesela geçen aydan beri kendimi pekiyi hissetmiyorum. Sporu bıraktım, evden çıkmadım. Baktım beş kilo alıvermişim. Hemen tekrar başladım egzersize. Bu arada yeni projelerim arasında bir de kitap var. Yarısı bitti. Aslında kilo verme hikayemi anlatacaktım ama konu artık tamamen hayatıma döndü. İlişkilerim, iş hayatım, başaramadıklarım, başarmak için uğraştıklarım, karşıma çıkan insanlar, öğrendiğim dersler… Hepsini yazıyorum. Yaza kadar bitmesini umuyorum.
Hazırlayan: Ece Çağlar
Fotoğraf: Murat Dikmen (Lightbox Istanbul)
Makyaj: Gönül Ünlü(Kryolan)
Saç tasarımı: Göksel Çolak (Kum Agency)